"Rauf Mutluay Edebiyat Ödülü Öykü ve Şiir Yarışma"sı
Edebiyatın deneme, eleştiri, öykü gibi birçok alanında eser vermiş, aynı zamanda Türkiye'nin çeşitli okullarında ve Işık Lisesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmış Rauf Mutluay'ın anısını yaşatarak gençlerimizin duygu, düşünce ve gözlemlerini yazarak ifade etmesini sağlamak; Türkçenin etkili ve doğru kullanımının yerleşmesine katkıda bulunmak, gençlerin öğrenim yaşamını yaratıcılık yoluyla zenginleştirmek ve geleceğin yazarlarının yetişmesine öncülük etmek amacıyla bu yıl dördünüsü düzenlenen "Rauf Mutluay Edebiyat Ödülü Öykü ve Şiir Yarışma"sı üç okulumuzun öğrencilerinin katılımıyla gerçekleştirildi. Yarışmaya katılan öğrencilerin öykü ve şiirleri, Türk edebiyatının usta kalemlerinden Adnan BİNYAZAR, Mine SOYSAL ve Mario LEVİ'nin katılımıyla oluşturulan kurul tarafından FMV Özel Ayazağa Işık Lisesinde değerlendirildi.
18 Mayıs 2016 tarihinde FMV Işık Okulları öğrenci ürünleri (öykü ve şiirler), seçici kurul üyeleri Adnan BİNYAZAR, Mine SOYSAL ve Mario LEVİ tarafından değerlendirilmiş; aşağıda belirtilen kategorilerde ilgili öğrenciler 1. seçilmiştir.
Eserleri görüntülemek için lütfen üzerine tıklayınız.
Miray AYYILDIZ "Bir Fincan Hayal" / Erenköy Işık Fen Lisesi
Miray AYYILDIZ
FMV Özel Erenköy Işık Fen Lisesi
BİR FİNCAN HAYAL
Yağmur çiseliyor, birazdan daha da yoğunlaşacak. İnsanlar aceleci, günlerden cumartesi sonuçta. O ise her zamanki kafede, önden üçüncü masada oturuyor. Bugün ne yapacak, verimli olmalı bugün, verimli olmayı özledi. Kalemini, defterini çıkardı –ya ilham gelirse diye hep yanında taşır- ve bekledi. Neyi beklediğini o da bilmiyor, elleri ona küsmüş sanki. Düşünmeli önce, kelimeler kendiliğinden gelecek değil ya. "Hava soğuk, onun kalbi kadar olmasa da…" Hayır, ilk cümleden girmemeli olaya. "Renklerin dans ettiğine şahit oldunuz mu hiç? Ben oldum onun gözlerine bakarken." Fazla romantik, daha sade bir giriş olmalı. "Mevsimlerden yaz, çölleri aratmayacak kadar sıcak." Şimdilik iş görür, sıra kişileri seçmede. Şu karşıdaki kadın nasıl? Olmaz, çok süslü. Ya şurada oturan genç kız? Hayır, sevgilisini bekliyor o, her halinden belli. İçine kapanık birini arıyor, içine kapanık olsun ki öyküde hislerini daha iyi ifade edebilsin. Hep böyle düşünürdü, bu yüzden en güzel şairler sessiz, en güzel yazarlar sakin. Çok konuşan boş konuşur, ne gerek var kelimeleri harcamaya? Soldan beşinci masada oturan kadın fena değil. Bol sütlü, şekersiz içiyor, tam istediği gibi. Ne çektiyse iki şekerli içenlerden çekti, Chocolate Frappuccino'yu kahve niyetine içenlerden. Livaneli okuyor kadın, zarif hareketlerle sayfayı çevirerek. Hayatında şiddet görmüş müdür? Sanmıyor, böyle bir ortamda bulunmamıştır. Eski İstanbullulardan, belli. Gözü doymuş, mücevher takmayı gereksiz buluyor. Kadın olmak da zor. Çok takı taksan kokoş, hiç takmasan bakımsız. Neyse, derin konular bunlar, şimdi girmemeli. Bir de erkek karakter lazım: uzun boylu, esmer... Kumral olsa da olur, bir sarışınlardan hazzetmez. Şu ilerdeki adam nasıl? Olmaz, dar pantolon giymiş. Sırada bekleyene ne demeli? Belki, ama daha iyisini bulabilir. En iyisi şu köşede oturan, kendi halinde Picasso'yu inceliyor. Van Gogh da olabilir, hiçbir zaman resim ile alakası olmadı. Sanatçı ruhlu bir karakter, daha iyisini bulamazdı. Acaba mezun mu yoksa hala okuyor mu? Çantası ağır gözüküyor, sol elinde de kurşun kalem izi var. Solak bir ressam, bizim edebiyatçıyla ne kadar uyumlular. Salonlarına bir pikap yerleştirirler, bazı günler Beethoven dinlerken bazı günler Erol Evgin çalarlar. Torunlarına anlatırlar ilk tanıştıkları günü. "Bir gün bir kafede oturuyor, Picasso veya Van Gogh inceliyordum ki o gözlerle karşılaştım. Livaneli'yi okurken bu dünyadan soyutlanan, beni peşinden sürükleyen o mavi gözlerle. Oradaki kadını hatırlıyor musun hayatım, ikimizi de tepeden tırnağa inceleyip defterine bir şeyler yazan kadını?" Güzel hayaller, niye olmasın? Birbirlerine bir Latte uzaklıktalar, torunlarına anlatacakları anın yaşanmasına. İnsanoğlu hep böyle değil midir, hayatlarını değiştirecek anları saniyelerle kaçırırlar. Belki de daha hayırlı böylesi, adamın alkolik olup kadına şiddet uygulamayacağı ne malum? Yapmaz gerçi o adam. Hikâyeye başlamalı artık, yoksa karakterlerini kaçıracak. "Yaz vakti sıcak kahve içen olur mu hiç? Olur tabi. Ahu, her gün kahvaltı ile öğle yemeği arasında sütlü kahvesini içer, yanında minik bir çikolatalı kurabiye ile ara öğün yapardı." Çikolatalı kurabiye şimdilik gözükmüyor, belki de meyveli seviyordur. Kocası Kamuran ise kahvaltıdan önce içtiği Türk kahvesini tek şekerli sever, yanında tatlı yemezdi. Adam elini çantasına daldırdı, bir defter ile bir kalem aldı. Acaba resmi mi çizmeye çalışacak, belki de şiir için ilham geldi? Adam yüzünde huzurlu bir gülümseme ile defterine bir şeyler çizmeye başladı. Ne çizdiğini görmek için fazla uzaktı, hayal gücü böyle zamanlar için vardı zaten. "Kamuran gençliğinden beri gördüklerini çizer, göremediklerini hayal süzgecinden geçirerek kağıda iletirdi. Kim gerek duyar fotoğraflara bir kurşun kalem, bir silgi, bir de kahve varsa yanında? Gördüğü bir şey vardı tüm hayallerinin üstünde tuttuğu. O da karşısında oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmış, uzaklara dalmış bir çift göz..." Fazla mı romantik başladı, amacı trajik bir son yaratmaktı. Beklenmeyen bir son yapar belki de, hikâyenin kendisi karar verir böyle durumlarda. Enteresan bir durum değil onun için, kafasında kurduğu bir senaryo ile kağıdın başına geçtiğinde olayların kendi kendini yöneterek değişmesine alışmış artık. Bu hissi seviyor, biliyor çünkü kalemi eline aldığında ilhamın geleceğini. Kalemin büyüsü diyor buna, her insan tatmalı bu hissi. Kadın, kitabı unutup uzaklara daldı. Acaba hiç aşık oldu mu? Olduğunu sanıp sonra hayal kırıklığına uğradı mı? Kötü bir ayrılık yaşadı belki de, bu bakış ya ölümü ya da terk edilme acısını simgeliyor. Kim bu kadar güzel bir noktada takılı kalabilir? Kafası boş, yapacak işi olmayan veya genç yaşta büyük acıların altında ezilmiş bir ruh… Yeni duygular icat edilmeli, ruhu içine çeken duyguların üstesinden gelmek için. Bir anlamı kalmaz ama o zaman mutlu olmanın. İnsan nereden anlayacak gerçek mutluluğu, her saniyesini mutlu geçirirse? Her şeyin bir amacı vardır şu dünyada, acı olmasa şimdiki gibi düşünemezdi çoğu insan. Olgunlaşmalı insan, her ne kadar dünya bir çocuğun gözünden daha güzel gözükse de. Bazı çocuklar var oysaki olgunlaşmak için canını bile verebilecek. Kardeşine daha iyi bakabilmek, annesini iyileştirmek için para kazanmaya ihtiyaç duyan çocuklar… Bir an önce büyümek zorundalar, başka çareleri yok. Saat beş olmuş, hava birazdan kararır. Alıştı artık, uzun zamandır karanlıkta buluyor evinin yolunu. Bir de şu içindeki korku olmasa… İçi huzurlu, dudaklarında bir melodi mırıldanarak niye gidemiyor evine? Çok mu böyle bir şey istemesi? Çok tabi, kadın olmak böyle bir şey. Evden çıkmanın cezası! Ne işi var kadının kocasız dışarıda, hem de dar pantolon giymiş? Erkek zihniyetini hep merak etmiştir, onlar böyle mi yetiştirilmiş? Niye bu inatçılık, fesatlık? Bizim ressam yapmaz böyle şeyler, beyni sanata çalışır onun. Sanatla ilgilenmeyenden korkulmalı, en vahim insanlardır onlar. Bir damla yağlı boyanın, iki cümle romanın kime zararı olmuş bu dünyada? Bir şey yaratmaktan korkanlardır onlar, başkalarının yarattıklarıyla yetinirler. "Olanlarla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı." Ne güzel demiş Yusuf Atılgan. İnsanlar neler düşünüyor, iki kelimeyi birleştirip milyonların kalplerini nasıl okuyabiliyor, hep şaşırmıştır. O daha kendi minik hikâyesini bitiremezken, adamlar kaç kişinin kalbini tercüme ediyor. Bir adam yaklaşıyor, acaba ne diyecek? Yanlış alarm, sadece küllüğü istemiş. Bizim edebiyatçı ne yapıyor acaba? Çantasını topluyor, ne bu acele, daha kurabiye bile yemeden? "Ahu oldum olası acelecidir. Bir iş yapılacaksa bir an önce yapılmalı, ne lüzumu var beklemenin? Severdi aslında bu huyunu, tüm ev işini sabahleyin dokuz olmadan bitirirdi. Kamuran da titiz ama Ahu'nun hızına bir türlü yetişemez. Bünye alışıyor, kalbi alıştıktan sonra." O da gitmeli belki, ressamın kalkacağı yok, onu beklerse sabahı bulur. Kalkmak istemesinin sebebi gerçekten bu muydu? İçindeki tedirginlik durup dururken mi gelmişti? Belki de kafedeki tek kadın olmaktan çekiniyordur, kendisi de emin değil. En son hatırladığında böyle hissetmiyordu. Çok özlemeyecek kafeyi, en yakın zamanda yine geleceğini biliyor o da. Minik hikâyelerinin yuvası burası, ilham perileri başka yerde uğramıyor ona. Bahşişini bol keseden verir, severler onu burada. Hâlbuki o sevsinler diye değil, gönlü huzurlu ayrıldığı için veriyor o bahşişleri. Son kez baktı masasına, akşam karanlığının onu uğurlamasına izin verdi.
Fatma TEKİN "Şikâyetname" /Ayazağa Işık Lisesi
ŞİKAYETNAME
Acıyan bakışlarla elime tutuşturulmuş metal parçasıyla bir başıma,
Yürüyorum tramvayla ikiye ayrılan kalabalık sokağında.
Çatlak vitrin camından yansıyan mahzun kara bakışlarım,
Göğe hafifçe doğrulttuğum kısa vücutlu başım,
Dinliyorum anlamsız, içi boş bakışlarını kalabalığın.
Sıvası akmış, tenha köprü altlarına yansıyan ay ışığı,
Ciğerlerime çekiyorum sigara kokusunun bastırdığı ferahlığı.
Kalem defter sıcaklığı tatmamış, utancından titreyen ufak ellerim…
Belki de aklını soru çözmekle yitirmişlerden daha bilgeyim.
Daha farkındayım, kimin kimi köle ettiğinin.
Şehrin bitmez sessizliğini rezil eden kadın feryadı dehşetli!
Korkudan kılını kıpırdatmayan herkes mi kabahatli?
Evinden atılmış genç, yoksunluktan pişmanlıkla inlemekte.
Geçmiyor gece karıncaların ayak seslerini dinlemekle.
Yetmiyor sadece ağlamak acıları durdurmaya, mum etmeye.
Oyuncak silahlarla büyüyen şiddet yanlısı tükenmiş nesil,
Serpilir ve sert çehresi üçüncü sayfalarda belirir.
Yapacak bir işi, emeli olmayan yüksekokul mezunları darmadağın.
İpler hâlâ ellerinde sözünün arkasında duramayan koca adamların,
Sorunu kendinde değil, başka herkeste yoklayan o amansızların.
Soğuk bir rüzgâr geçiyor zayıf kalmış ağaçların arasından.
Tıpkı benim gibi çelimsiz, kırılmaya yüz tutmuş dallarından,
Nasırlı ellerimde gezindiriyorum o metali, aklımda onca soru;
Söyle, gitmeseydin benden kaldırımlar ıslanır mıydı her gece?
Bırakmasaydın anne ellerimi, üşür müydüm bu denli?
Seçici kurul tarafından yayımlanmaya değer görülen öykü ve şiirlerle onların yazarları aşağıda belirtilmiştir.
ÖYKÜ KATEGORİSİ:
-Ecem MUTLUDOĞAN "Evsiz" /Ayazağa Işık Lisesi
EVSİZ
"Bu sabah uyandığında, boş görürsen yatağın diğer tarafını, endişelenme sevgili. Ben ki her sabah erkenden uyanıp gizlice seni izleyen âşık, bizden kalan her şeyi sana bıraktım ve gidiyorum. Sanırım bizden kalan her şeyi dediğimde yalan söylemiş oldum. Bilirim dürüstlüğe ne denli önem verdiğini. Bak gidiyorum… Ama yine seni düşünerek veda ediyorum. Her şeyi bırakmadım sana. Acıları sırtlandım mesela. Ne kadar gözyaşı varsa yutkundum, içime attım. Kırık anıları topladım tek tek, her yerim kan içinde kaldı. "Ayrılık bir bıçaktır, şöyle keskin ve kanlı olanından." demiştin, unutmadım. Öyleymiş sahiden. Biliyorum uyarmıştın beni, sana daimi mutluluğu veremem diye. Ama bilirsin beni, yaramaz bir çocuk gibi asla söz dinlemem. Senin aksine ben mantığımı dinlemem, kalbim ne derse odur. Sanırım bu gidişimde senin sesinin tınısı gizli. Kalbim kal diye yalvarıyor çünkü.
Kalamam! Gece çöktüğünde kapının ardındakinin sen olduğundan emin olamazken kalamam!
Ne olurdu sanki beni sevebilseydin? Merak etme, suçlamıyorum seni. Bencilliğini bile bile sevdim. Başkasını umutsuzca sevdiğini bile bile sevdim seni. Ama o kadın hiçbir zaman ben kadar sevemez seni. Bir çocuğa annesini ne kadar sevdiğini sorduklarında kollarını iki yana açıp "Bu kadar!" demesi kadar temiz sevdim seni. Endişelenme sevgilim, gidiyorum ama seni yitirmiyorum.
Dönmeyeceğim bir daha, ne oraya ne de sana. Senden tek dileğim ertesi güne kalmadan hatıralara gömme beni. Önce bedenimi yıka, ardından kaldır cenazemi. Bedenimdeki son dokunuş sana ait olsun. Siyah giyme bir süre. Hiç sormadın ama en sevdiğim renk mavidir benim. Maviyle yas tut. Tam on iki gün bekle cenazemi kaldırmadan önce. Kırk iki yaşının ilk dakikasında, an bir defa ismimi. Senden öğrenmiştim birçok şey gibi kırk ikinin hayatın anlamı olduğunu. İşte bu kadarmış sevgili, ben bu kadarmışım. Artık su olma vaktim geldi."
Genç kadın elinin tersiyle sildi gözyaşlarını. Yine de kâğıda düşen damlalara engel olamamıştı bir türlü. Mürekkep dağılmıştı biraz fakat okunabiliyordu hâlâ. Keşke okunamasaydı diye geçirdi içinden bir an. O zaman gitmek zorunda kalmazdı. Bir not daha yazmaya gücü yetmezdi ki…
Acaba diye geçirdi içinden, kalmak mümkün müydü? Son bir defa deneyebilir miydi onu kazanmayı? Hayır, hayır yapamazdı. Bu duyduğu kalbinin sesiydi. Kendisi de biliyordu yapamayacağını. Bu son diyerek ne çok vedayı feda etmişti. Kim bilir kaç defa vazgeçmişti kendinden ve hayatından. Bu defa olmazdı, yeterince güçlü değildi.
Kâğıdı adamın yanına bırakırken son bir defa uzanıp öpmek istedi fakat onu uyandıracağından korktu. Bir yanı gizliden gizliye uyanmasını ve gitmesine asla izin vermemesini istiyordu. Bunun gerçekleşme ihtimalini düşününce sanki ayakları ondan bağımsız hareket etti ve uzaklaştırdı onu. Genç adam ise birkaç homurtu çıkardı sadece ve ardından uyumaya devam etti. Bu hareketi kadının gözyaşları arasında bir küçük gülümseme yarattı. Masum, belli belirsiz bir gülümseme.
Genç kadın sokağa çıktığında sabahlığın ipini yeniden bağladı. Üstündekiler âşık olduğu adama aitti fakat değiştirmeye gerek duymamıştı. Gecenin ıssızlığında ve bozuk sokak lambasından çıkan cızırtı eşliğinde yürüdü. Sanki az önce üzüntüden kahrolan o değildi. Kalbi ve en tuhafı da hiçbir zaman susmak bilmeyen aklı, bu defa sessizdi. Bir boşluğun içinde var olmaktan çok boşluktan yaratılmış gibi hissediyordu.
Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi fakat ay hâlâ bir başına gökteydi. Yıldızsız bir geceydi bu, oysa yıldızları çok severdi genç kadın. Bu gece ay kadar yalnızdı, onun kadar parlaktı da. Bu gece onun gecesiydi, sahne yalnızca onundu.
Köprüye vardığında soğuktan morarmış dudakları, üstündeki sabahlık ve kızarmış burnuyla o kadar çaresiz görünüyordu ki evsiz bir adamın dikkatini hemen çekiverdi. Adam yavaşça ayağa kalktı ve kadını takip etmeye başladı. Kendi boşluğunda o kadar kaybolmuştu ki genç kadın, evsizin çıkardığı sesleri duymadı bile.
Sol tarafına döndü ve bir adım ötesindeki eşsiz manzaraya baktı. İstanbul bütün görkemiyle karşısındaydı. Pek çok şaire bir fahişe olarak görünen İstanbul… Belki de kendini bu şehre ait hissetmesinin nedeniydi bu. O da İstanbul gibi gecenin kadınıydı. Umutsuz âşıklar gece çöktüğünde nasıl İstanbul'a sığınırsa, yalnız kalmış adamlar da ona sığınırdı. Oysa asıl çaresiz, bunca kalabalığa rağmen yalnız olan kendisiydi.
Sevdiği adamın ismini son defa bir dua gibi fısıldadı ve metrelerce uzanan boşluğa bir adım attı. Evsiz adam kadını durdurabilirdi fakat seyirci kalmayı seçmişti bu ana. Kadının boşluk sandığı acıyı yüzünde görmüştü. Kimse böyle bir acıyla yaşamak zorunda olmamalıydı. Böyle düşünmüştür evsiz. Tek kişilik bir oyunun tek seyircisi olmuştu.
Tıpkı genç kadının göremediği fakat ayın tam arkasında gizlenmiş o parlak yıldız gibi…
-Tuana HAZNEDAR "Kara Peçeli Kitaplar" / Erenköy Işık Lisesi
KARA PEÇELİ KİTAPLAR
1977, Tahran, İran
Kitabımın sayfalarını çevirdim. ''Yerinde olan ve kullanılan bir akıl her zaman cehennemi cennet, cenneti cehennem yapabilir.'' Şüphesiz milyonlarca defa okuduğum sözleri tekrar tekrar içime sindirdim. Milton'un zekâsına duyduğum hayranlık yüzüme bir tebessüm iliştirdi. Hoşnutlukla bir bacağımı diğerinin üstüne attım. Kayıp Cennet'in kapağını kapattım. Siyah keçeye sardığım kapak gözüme takıldı. Yüzümdeki tebessümü sildi. Kanımın donarak ufak buz parçalarına dönüştüğünü düşündüm. Derin bir iç çektim ve kafamı kaldırdım.
İşte o an gözlerinin yeşilini, sıcaklığını gördüm. Beni kutuplardan alıp çöllere atan, yakıp kavuran, dilimi damağımı kurutan, beni çaresiz bırakan yeşilleri gördüm. Cennetin bahçelerini gördüm gözlerinde.
''Merhaba?'' dedi gülümseyerek. Beni baştan aşağı süzdü. Uzun boylu ve sıskaydım. Saçlarım koyu kumraldı. Bu sebepten Pers kökenli olmadığımı düşünüyordum. Üzerimde kahverengi pantolon ve beyaz gömlek vardı. Gömleğimin kollarını sıvamıştım. Hiçbir zaman kızların ilgi duyduğu erkek tipi değildim. Komiktir ben de neredeyse hiçbirine ilgi duymazdım. Bu bir ilkti.
''Merhaba.'' Dedim. ''Adınız?''
Kız ansızın durakladı. Ben de onunla durdum. Bu ani duruşun altında biraz merak, biraz şüphe ve biraz da korku saklıydı. Son yıllarda İran çok tekinsiz olmuştu. Hele bir kadın için. Onu yargılamadım.
''Neden bilmek istiyorsun?'' Gözlerini elimdeki kitaba çevirmişti. ''Yazar falan mısın?''
''Sayılır. Edebiyat okudum ama henüz önemli bir şeyler yok.''
''Elindeki hangi kitap?''
''Kayıp Cennet.''
Bana gözlerini kısarak baktı. Yüzünü tüm detaylarıyla incelemenin keyfini çıkardım. Biçimli dudakları, küçücük burnu ve çıkık elmacık kemikleriyle hayatımda gördüğüm en güzel varlıktı.
''Nereden buldun? Cesaretli birisin galiba.'' Kuşkuyla sormuştu. Galiba ne olduğumu anlamaya çalışıyordu.
''Bir arkadaşımın babası çevirmen yurt dışından gelen kitapları çeviriyor. Ben de kopyalıyorum.''
Bir süre daha yüzüme baktı. Hafifçe dudak kenarlarını kıvırdı. Elini uzattı:''Ben Efruze, Efruze Farahi.''
''Efruze.'' Dilimde çok hoş tınlıyordu. İsminin ona ne kadar da yakıştığını düşündüm. Elini sıktım. ''Mehrzad, çok memnun oldum.''
''Şimdi gitmem gerek Mehrzad. Sonra görüşürüz.'' Ufak adımlarla koşmaya başladı.
Durduğum yerden seslendim: ''Nerede görüşeceğiz?''
Efruze arkasını döndü, yüzüme ufak bir tebessümle baktı, omuzlarını silkti ve önüne dönüp uzaklaştı.
''Efruze.'' İsmini, durduğum noktaya çakılmış bir şekilde defalarca tekrar ettim. Aynı Milton'u defalarca okuduğum gibi. Her tekrarımda ismi biraz daha anlamlanıyordu.
* * *
1978, Nisan, Devrime iki yıl kala
Olduğum yerde durdum. Humeyni'nin adamları sokağa dökülmüştü. Hepsinde uzun pis sakallar, rengi tozdan ve kirden kahverengiye dönmüş cüppeler, başlarında takkeler vardı. Bana göre insan müsveddeleriydiler. Artık bizim gibi insanlar azınlık olmuştu. Bilim ölüyordu, edebiyat ölüyordu, sanat ölüyordu ama en önemlisi bu ülkede ahlak ölüyordu. Peçelere bürünmemekte ısrarcı olan az sayıda kadına bakışları aç bir aslanın savunmasız bir ceylana bakışından çok farklı değildi. Sloganlar atarak bağırarak gidiyorlardı. Elimdeki keçe kapaklı kitabı ceketimin içine yerleştirdim.
Geçenlerden biriyle göz göze geldim. Adamın gözlerindeki nefreti ve öfkeyi hissettim. Yüz kasları sinirle kasılıyordu. Bakışlarını gözlerimden ayırmadan tam önüme geldiğinde kirli sakallarının sakladığı, son yediği yemeğin izlerini taşıyan pis ağzını araladı.
Yüzüme tükürdü: ''Cehenneme gideceksin, kâfir.''
Ceketimin cebinden mendilimi çıkarıp yüzümü temizledim. Sonu gelmez insan sürüsünün geçişi bittiğinde ise yoluma devam ettim.
Efruze beni çimenlere oturmuş bekliyordu. Üzerinde uzun bol bir pantolon, siyah bir gömlek vardı ve saçlarını çok kapatmamakla birlikte başında da siyah, ipek bir eşarp sarılıydı. Geldiğimi gördüğünde hafifçe gülümsedi. Yanına çöktüm.
''Getirdin mi?'' diye sordu heyecanla.
Ceketimin iç cebinden kitabı çıkarıp uzattım. Komünist Manifesto.
Gözleri pırıl pırıl parladı. Sonra etrafına bakındı. Kimsenin olmadığına emin olunca da yanağıma hızlı bir buse kondurdu: ''Seni seviyorum, Mehrzad.''
''Geçen hafta verdiğimi getirdin mi?'
Çantasından Franz Kafka'nın Metamorfoz'unu çıkardı. Uzatırken: "Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor." diye alıntı yaptı. ''Bakıcılık yaptığım çocuk az daha beni yakalıyordu. Şimdi kime götüreceksin bunu?''
''Ali'nin bir arkadaşı var. Ona gidecek.''
''Ali'ye teşekkürlerimi ilet.'' Yüzü ekşidi ve yerinden kalkmak için doğruldu.
Elini tuttum ve kalkmasını engelledim. ''Ne oldu?''
''Yakalanmanızdan korkuyorum.''
Buruk bir tebessüm yüzüme yayıldı. Ellerimi saçlarında gezdirmek için eşarbını indirdim. Ufak bir panikle etrafına bakındı.
''Şşşş,'' dedim. ''Kimse yok.'' Ellerimle saçlarını taradım. ''İran ölüyor Efruze'm, yakalansak ne fark edecek?''
''İran ölüyor ama ben hayattayım.'' dedi çaresiz gözlerle.
Öğleden sonra Ali'nin yanına gittim. Her zamanki gibi babasının masasına kurulmuş, kâğıt öbekleri arasında oturuyordu. Önündeki deri koltukta Reza oturuyordu. Ali'nin yeğeniydi. Birkaç bin riyal için ve para vermeden kitap okumak için bizimle çalışıyordu. Yaşça bizden küçüktü. Sıska, çelimsiz bir çocuktu. Babası Humeyni yanlısıydı.
Ali orta boylu, esmer, yakışıklı sayılabilecek bir çocuktu. Biraz topluydu. Üniversiteyi beraber okumuştuk ve sonrasında beraber bu işe girmiştik. Babası bir zamanlar Şah için çalışıyor, uluslararası görüşmelerine çevirmen olarak katılıyordu. Bu işin başında o vardı. O kitapları Farsçaya çeviriyor, ben evimin bodrumundaki matbaa makinesinde, Tebriz'de bıraktığım ailemin yegâne hediyesiydi, iki tane kopya yapıyordum. Birini bodrumumdaki kütüphaneye koyuyor, diğerini Reza'ya veriyordum. Reza verdiğim her kitabı bir ya da iki gecede okuyor, kâğıtları bir araya tutturup siyah keçeyle kaplıyordu. Böylece dışarıdan bakıldığında kitaba benzemiyordu. Sonrasında kara keçeli başyapıtları makul bir fiyat karşılığında ödünç veriyordum. Okunduktan sonra ödünç verdiğim insandan alıp bir başkasına götürüyordum. Birkaç yıldır Ali'yle bu şekilde para kazanıyorduk. Toplumun kitaplara katlanamaması ve cehaletin tasmalarıyla bağlanması bizim ekmek paramız olmuştu. Oysa hayalim yazar olabilmekti. Bir gün kitaplarımı tüm dünyanın okuyacağı hayaliyle yaşadım, kitaplara tahammülsüzlüğün cebime birkaç bin riyali koyacağını değil.
Ali bana o uysal, sevecen tebessümünü yolladı. ''Efruze'nin yanında mıydın?''
Başımla onayladım.
''Artık o da bizden biri oldu.''
Yutkundum.
Başımla onayladım.
* * *
1980, Şubat, Devrim Sonrası
Evimin salonunda oturmuş pencereden dışarıyı izliyordum. Oturduğum bölgeden, okulumdan arkadaşlarım, komşularım, tanıdığım tüm kadınlar kara çarşaflarına bürünmüşlerdi. Geçişlerini ve şeriat polislerinin onlara bakışlarını izledim. Çaresizce dudaklarımı ısırdım. Ağzıma tuzlu kan tadı gelmeye başladığında bıraktım.
O gün Efruze'mle buluşacaktım. Kapıya asılı duran paltomu aldım ve sokağa çıktım hızlıca. Evimin önündeki kaldırıma kurulmuş polislerin önüne çıktım. Kirli sakalları omuzlarına sarkıyordu. Üzerlerindeki formalar pis ve yırtık pırtıktı. Etraftan geçen peçeli kadınları büyük bir keyifle izliyorlardı. Bu kadar sapkın beyinler nasıl bu devrime yandaş olabilmişti aklım almıyordu. Polislerle göz göze geldiğimde içimi bir ürperti kapladı ve hemen başımı çevirip yoluma devam ettim. Elimi otomatik olarak paltomun cebine attım. Anna Karenina'yı saran siyah keçede ellerimi gezdirdim. Kitapların bile peçeleri olmuştu şu devirde. Kendi kendime güldüm. Güzel olan her şeyi kapamak gerekti galiba. Pis kıyafetleri, kirli sakalları, sapkın düşünceleri masaya sermek ve bütün kitapları, kadınları, özgür düşünceyi bir günahmış gibi saklamak gerekti. Alilerin evine vardığımda Efruze, Ali'nin babasının masasının karşısındaki deri koltukta oturuyordu. Bir bacağını diğerinin üzerine atmıştı. Peçesini bir köşeye fırlatmış, gömleği ve pantolonu ile bir sigara yakmış, dumanları hararetle içine çekip üflüyordu. Sabit bakışlarını masanın arkasındaki Şah'ın tablosuna dikmişti. Yanına oturdum.
''İyi misin Efruze'm?''
Bana doğru bakmamakta ısrarcıydı. Gözlerini dümdüz karşıya dikmiş sigarasını içiyordu.
''Efruze ne oldu?''
Ali yavaş adımlarla yanımıza geliyordu. Ahşabın çıkarttığı gıcırtı ortamı daha da germekten başka bir işe yaramamıştı.
Elimi Efruze'nin omzuna yerleştirdim: ''Yakalandın mı?''
Ali iç çekerek karşıda duran masaya yalandı ve kollarını göğsünde birleştirdi.
Ali'ye döndüm: ''Yakalandı mı?''
''Nerdeyse.'' dedi iç çekerek. ''Arkadaşının evindelermiş, kitapları sesli okuyorlarmış. Arkadaşının komşusu evde erkekli kızlı olduklarını söyleyerek ihbar etmiş.''
Elimle saçındaki dalgaları okşadım. Yüzünü bana döndü. Sigarasını söndürdü ve başını omzuma yasladı. Bakışlarındaki masumiyet içimi yaktı. Benim yaşamımı değerli kılan tek şeydi ve akıbeti belli değildi. Hiçbirimizin değildi. ''Kitabı nereye sakladın?'' diye sordum.
Yere atılmış duran peçesini işaret etti. İç çektim. ''Kara peçeli kitaplar…''
* * *
1980, Temmuz
Yağmurdan sırılsıklam olmuştuk. Kollarıma sarılı Efruze gecenin ortasında kapımı yumruklamıştı. Açtığımda gözleri kan çanağına dönmüş, benzi atmış, titriyordu. Üzerinde peçesi yoktu. Siyah kumaş pantolonu ve beyaz ipek gömleği vücuduna yapışmıştı.
Söyleyebildiği tek şey ''Geliyorlar, peşimdeler.'' olmuştu.
Ne olduğunu bilmiyordum ama şeriat polislerinden kaçtığını anlamak güç değildi. Hemen içeriden paltomu alıp Efruze'ye sardım. Kapıyı arkamdan kapadım mı onu bile hatırlamıyordum. Efruze'yi kollarıma sardım ve koşarak Alilerin kapısına götürdüm. Gölgelerden ve ara sokaklardan dolanarak görünmemeye çabaladım. Dişlerim birbirine kenetlenmişti. Alilerin evine geldiğimizde panikle kapısını yumrukladım. Çok geçmeden açıldı. Ali'nin babası açmıştı. Bizi gördüğünde uyku mahmurluğundan olsa gerek gözlerini ovuşturdu. Çok geçmeden durumu kavradığında ''Mehrzad! Gelin.'' dedi kapının önünden çekilerek.
Efruze içeri girdikten sonra sokağı şöyle bir kontrol edip hemen kapıyı kapadım. Efruze önden üst kata yönlendi Ali yukarıda panik içinde ve şaşkınlıkla olanları kavramaya çalışıyordu. Efruze deri koltuğa oturdu. Yanına oturup kollarımı ona sardım, göğsüme bastırdım ve bu sefer de ucuz kurtulmuş olması için dua ettim. Sakinleştiğinde o korkunç hikâye kırmızı dudaklarından döküldü.
Bakıcılık yapmaya gitmişti. Devrimden önce de baktığı çocuklardan biriydi bu. Yine ona bırakmışlardı. Çocuğun ailesi arada sırada gece de çalışırdı. Kanepede uykuya dalmıştı. Fazla mesai onu hep yorardı. Bakıcılık yaptığı çocuğun babası eve geldiğinde heyecan ve mahçubiyetle uyanıp hızlıca peçesini örtmeye çalışmıştı. Adamın gözleri alev alevdi. Elinden yakalayıp örtmesine izin vermemişti. Birkaç yıldır karısından başkasının yüzünü ilk kez gördüğüne emindim. Adamın pis ellerini kalçasına koyduğunu söyledi. Olayın devamı yoktu. Adamın karısı içeri girdiğinde direnmesine rağmen onu suçlu bulmuştu. Onu kocasını baştan çıkarmakla suçlamıştı. Kadın çıkıp nöbet tutan polislere Efruze Farahi'nin ismini vermişti. Efruze evden koşarak kaçmıştı ve uzun bir kovalama sonunda izini kaybettirip yanıma gelebilmişti. Bu kadardı. Ölüm fermanı yazılmıştı çünkü adam eve geldiğinde yüzü örtülü değildi.
Ali'nin babası masasının çekmecesinden araba anahtarlarını çıkardı ve elime verdi. ''Mehrzad kızı hemen kaçır buradan, sakla.''
Bu sırada kapı yumruklanmaya başladı. ''Açın kapıyı! Polis!''
İçim Allah'a yalvarmakla meşgulken Efruze'nin ağlaması kesildi. Buz gibi titreyen ellerini benimkilerin üzerine yerleştirdi. Ali masanın üzerindeki çevirilerine yeni başlanan roman sayfalarını yerdeki ahşapları kaldırarak altlarına saklamaya koyuldu.
''Kapıyı siz açmazsanız kıracağız.''
Ali'nin babası beni olduğum yerden çekiştirerek kaldırdı: ''Mehrzad arka çıkışı kullanın araba sokağın biraz ilerisinde. Oraya kadar sessizce koşun ve batıya sürmeye başlayın.''
Polisin bağırışları arttı.
''Siz ne yapacaksınız?''
''Biz bunu daha önce de yaşadık Mehrzad, geri dönmeyin. Eğer bir şey olmazsa biz evinin çaresine bakarız. Arabanın sağ cebinde yüklü bir miktarda para var acil durumlar için.'' Kapı tekmelenmeye başladı.
''Teşekkür ederim.'' Ali ve babası başını salladı.
Koşarak merdivenlerden indim ve Efruze'yi arka kapıdan dışarı sürükledim. Nasıl olduğunu bilemiyordum ama bir şekilde bu anın onları son görüşüm olduğunu hissetmiştim.
* * *
Islak saçları, gözlerindeki pırıltı, yeni doğmuş bir bebek gibi güzel ve günahsızdı. Dudaklarını çevreleyen çukurlar derinleşti. Dudak kenarları kıvrıldı. Yağmurun ortasında güneşi doğurmuştu. İçime muazzam bir sıcaklık yayıldı. Peçesinin olmadığı zamanları sanki unutmuştum. Uzun bir süredir ilk defa bu kadar çıplaktı.
Yumruklarımı sıktım.
''Geliyorlar.'' Ağzımdan dökülen kelimelerin kalbimde bıraktığı etki beni öldürmeye yetecek güçte gibiydi. Gülümsemesi biraz olsun yüzünden silindi. Kendimi suçlu hissettim. Baş parmağımı elmacık kemiğine dokundurdum. Yağmur şiddetini arttırdı.
Bütün vücudum kasıldı.
''Neler olduğunu biliyorsun. Bana inanıyorsun. Sadece ne derlerse desin bunu unutma.''
Nasıl unutabilirdim ki? O benim cennet bahçemdi. Karanlığımdaki ışıktı. İlhamım, yaşamımın tadıydı.
Başımda o tanıdık ağrı nüksetti.
''Şimdi ne yapacağız?'' Gözlerimden iki damla yaş aktı.
Sorumu görmezden gelerek etrafına bakındı. Yaz olmasına karşın buz kesmiştik. Toprağın ortasındaydık. Hiçlikteydik. Koyu yeşil gözleri bana döndü. Ah o gözleri… Gözlerinden, bakışlarından bir insan nasıl sevilebilirdi? Burada artık sevebilmenin tek yolu buydu. Ne özgürlük kalmıştı, ne mutluluk. Korktuğumuz olmuştu. İran ölmüştü.
Dişlerim birbirine kenetlendi.
Polisleri duyduk. Geldiklerini gördük. Onu benden almaya çalışacaklardı. Alnını öptüm. Kanın yerine çaresizlik damarlarımda akıyordu. Ona sıkıca sarıldım.
Postallarını yağmurdan çamura dönmüş toprağa vura vura geldiler.
''Kızı bırak!''
Kulak asmadım.
''Kızı bırak dedim sana!''
Bırakamadım.
Birinin boynuma asıldığını ve onu kollarımın arasından çektiğini anımsıyorum. Ama her şey o kadar gerçek dışıydı ki… Daha birkaç sene önce el ele dolaşabilirdik. Şimdi halimiz ne olmuştu. Çığlıklarımız birbirine karışırken onu benden aldılar. Kollarım bomboş kaldı. Onu benden uzaklaştırırlarken son bir kez gözlerinin derinliklerine daldım. Masumiyeti, saflığı içimde hissettim.
Sonrası bir hiçti. Onu benden aldılar ve bir arabaya bindirip ölüme götürdüler. İran ölmüştü ve benim güzel Efruze'm de onun kurbanı olmuştu.
1995,Venedik, İtalya
Bağırarak uyandım. Her uyuyakaldığımda aynı acıyı tekrar ve tekrar yaşamaktan bıktım. Ölümünün üzerinden 15 yıl geçmişti ama acı hala tazeliğini koruyordu. Üzerinde uyuyakaldığım koltuğun yanındaki sehpada şarap kadehim duruyordu. Uzandım, bir yudum aldım. Gömleğimin koluyla alnımdaki ter damlalarını kuruladım. Şarabımı yudumlayarak karşımdaki manzaraya yöneldim. Venedik… Ev dediğim yerden çok uzaktı. Kaçışımın ve onun burada olmamasının verdiği hüzün içime doldu. O da burada olmayı hak ediyordu.
Kara keçeli kitaplar diye düşündüm, onlar beni ülkemden sürmüştü.
Kara peçeli kadınlar, diye düşündüm. Efruze'm ve niceleri cehaletin kurbanı olmuştu.
Tuana Haznedar
-İkbal TOPÇU "Sonsuz Uyku" / Nişantaşı Işık Lisesi
İkbal TOPÇU
SONSUZ UYKU
Boş ve sessiz evin kapısı genç kadın tarafından yavaşça açıldı. Genç kadın içeri girdiği anda aklına yerleşen anılar yüzünden hafifçe sendeledi ama toparlaması uzun sürmedi. Bir süre nefes nefese etrafına baktı. İçmeyi unuttuğu ilaçlarını hatırladı ansızın. Sendelemesini buna bağladı. Kendini kandırdığının farkındaydı. Ama çektiği acıyı kendine bile itiraf edemiyordu. O kadar büyüktü ki o acı, beraberinde getirdiği stresle birlikte, gür saçlarını azaltmış, gayet sağlıklı bir kilodayken onu bir deri bir kemik yapmış ve adeta yaşayan bir ölüye çevirmişti. İçinde bir yerlerde yaşama sevinci aramıştı ama bugün onun bile pes ettiği gündü.
Kapıyı ardından kapattı ve koridora doğru birkaç adım attıktan sonra durdu. Ayakkabılarının cilalı mermerde çıkardığı sesler hoşuna gitmemişti pek. Onları çıkararak eline aldı ve uzun koridorda yoluna devam etti. O ilerledikçe duvarda asılı resimler bir film şeridi gibi yanından geçip gidiyordu. Cesaret edip bakamadı. Biliyordu canının daha çok yanacağını. Onun yerine bakımsız, uzun tırnaklarını avuçlarının içine geçirdi ve dişlerini sıktı. Ne kadar olmuştu? Ne zamandan beri yalnızdı? Herkes onu bırakıp neden gitmişti? Nefesini tuttu. Gözlerini bir süreliğine kapattı. Kaybeden olmanın ne kadar acı olduğunu düşündü. Yaptığı hatalar bir bir aklına gelerek onu bir çıkmaza sürüklüyordu. Hayat unutmasına izin vermiyordu. Her geçen saniye karşısına çıkarıyordu geçmişini. Acımasızca tüketiyordu bütün güzel duygularını hayat. Acısının sebebi çok sevmesiydi. Çok değer verdi herkese. Karşılığında gördüğü şey hakaretlerden ve terk edilmekten ibaretti. Çektiği acıya rağmen yürümeye devam etti. İnce uzun koridorun sonunda tanıdık, oymalı, işlemeli bir kapı vardı. Fakat o kapının eşiğinde onu gülerek bekleyen sevgili kocası yoktu artık. Onun yerine kapı sımsıkı kapalıydı. Bir anda anıları canlandı gözünün önünde. Zayıf kollarıyla kocasının yapılı vücudunu sardığı ve onu sımsıkı kucakladığı an dünyanın en mutlu insanıydı. Şimdiyse onu mutlu eden tek şeyi de kaybetmişti. Her şeyim dediği adam ellerinden kayıp gitmişti.
Kapıyı açabilmek için koluna yüklenmesi gerekti. Ardından kapı gıcırtıyla açıldı. Yıllarca paylaştıkları odaya baktı. Neden bırakıp gitmişti onu? Neden terk etmişti? "Herkes hak ettiği hayatı yaşar." diye fısıldadı. Kocasının gitmeden önce son söylediği sözdü bu. Kaldıramamıştı. Çok ağır gelmişti bu söz genç kadına. "Belki de ben bunu hak ettim. Sonsuz yalnızlığı."dedi. Nefesi kesildi. Tutunacak dalı kalmamıştı. Sonsuzluğa giden dikenli bir yolda yalın ayak yürüyor gibiydi. Bir süre yumruk yaptığı elini yanan göğsüne bastırdı ve etrafa
bakınmaya başladı. Gözüne kurumuş sardunyaları ilişti. Her zamanki yerde, camın dışındaki süslü saksılarındaydı. Yanlarına gitti ve kurumuş yapraklarını tek tek kopardı. Elinden düşen her kuru yaprak geçen her bir yıla karşılık geliyordu onun için. Gözleri doldu. Üzülmek ve ağlamak artık günlük bir rutini haline gelmiş gibiydi. Geceleri uyumuyor, yıldızları sayıyor ve sürekli ağlıyordu. Yalnızlık onu esir almıştı.
Akmamak için direnen gözyaşları görüşünü bulanıklaştırıyordu. Daha fazla dayanamayıp akan gözyaşlarını bir hışımla elinin tersiyle sildi. Bu nefreti kimeydi? Kendine mi? Hayallerinin gerçekleşmemesi onun suçu değildi. Kimi suçlaması gerektiğini bilemedi. Aslında birini suçlamak ona kaybettiklerini geri getirmeyecekti. Sonradan farkına vardı. Geçmişle gelecek arasında bir yerde sıkışmış gibiydi. Kayıptı. İki koca gerçeğin kesiştiği yerdeydi. Eskiden göz açıp kapayıncaya kadar geçen yıllar, şimdi buz tutmuştu. Yok olup gitmek istedi. Hayattan alacağını almıştı artık. Hayat, ona her gerçeği tüm çıplaklığıyla göstermişti. Güçlü olduğunu hissetti. Nelere katlandığını kimse bilmiyordu. Diğerleri gökyüzüne baktığında açık mavi görüyordu. Fakat o baktığında gri bulutlar vardı her zaman. Güneş biraz utangaçtı ona karşı. Yüzünü pek göstermezdi. Bir süre sonra alışmıştı karanlığa. O farklıydı. Belki de bu yüzden kabul görmemişti.
Düşüncelerini aklının bir köşesine fırlatıp yanında durduğu geniş yatağa oturdu. Ellerini saçlarının arasından geçirdi. Kendisine en iyi gelecek şeyi düşünüyordu. Ağrıları vardı. İlaç lazımdı ona. Bolca ilaç. Acılarını dindirecek küçük beyaz kurtarıcılarını nerede bulacağını biliyordu. Ansızın gelen bir güçle ayağa fırladı. Ve komodinin çekmecelerini sırayla açıp karıştırmaya başladı. Dördüncü çekmeceye geldiğinde en köşede duran kahverengi şişeyi gördü. Hiç tereddüt etmeden aldı ve mutfağa koştu. Musluktan doldurduğu yarım bardak suyla şişedeki bütün ilaçları içti. Dönüşü yoktu artık. Sonsuz huzur kapıdaydı. Uyumak istiyordu çünkü çok yorulmuştu. Daha fazla ayakta duracak gücü kalmamıştı. Aldığı nefesler yeterli gelmiyordu.
Banyoya gitti ve kendini sıcak suyun altına attı. Vücudunun her noktasında hissettiği yoğun acı dayanılmazdı. Düşünceleri ise onu o kadar derinden yaralıyordu ki bir süre sonra fiziksel acıya baskın geldi. Bedenine çarpan sıcak su damlalarını bile hissedemez oldu. Aklına kaybedeceği hiçbir şeyinin olmadığı geldi. Arkasından ağlayacak bir ailesi bile yoktu. Onu seven kimse kalmamıştı. Soğuk olduğunu düşündüğü fayanslara ellerini koyup kafasını, kıvırdığı dizlerinin üstüne yerleştirdi. Geçen zamandan habersiz akan gözyaşları, acıyarak baktığı acımasız geçmişi gibi suyla akıp gidiyordu. Yavaş yavaş iyice hissizleşti ve
damlaların, üstünde oturduğu sert zemine çarpışını duyamamaya başladı. Oysaki rahatlatıyordu onu, akıp gitmek istemeyen damlaların zeminle olan savaşını duymak. Şimdi ise sağır olmuştu hoşuna giden her sese. Göz kapaklarının ağırlaştığını ve artık kapanmamak için direnmediğini fark etti. Yorulmuştu. Asırlardır uyumamış gibiydi. Sonsuz bir uyku için varoluştu sanki hayat. Çekici, bir o kadar da tehditkârdı. O bunları düşünürken bedeni gevşemişti. Hazırdı artık uyumaya. Aceleci davranmıyordu fakat eceli onu kucaklamak için çok aceleciydi. Sabırsızlıkla uzatıyordu kollarını sonsuz karanlık. O da sabırla son darbeyi bekledi. Geçmişinden, hatıralarından gelecek son büyük darbeyi... Çabuk olsa iyi ederdi. Çünkü hüzün dolu sonu beklemiyordu. Gözlerini yumdu. Hiçbir şey hissetmiyordu. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Bilinci kapanıyordu. Son kez, vücudundaki son güçle yüzündeki gülümsemeyi büyüttü. Soyutlanmıştı hayattan. Gözlerinin önünde bir çocuk belirdi. Tanıdıktı sanki bu çocuk. Çok yakından tanıyordu onu aslında. Çocukluğuydu o. Genç kadın yüzünde sabitlenmiş olan gülümsemeyle baktı ona, kendine gülmeyen o soğuk çocuğa.
-Bora YALÇIN "Öd"/ Nişantaşı Işık Lisesi
-Öd-
Bora YALÇIN
Müthiş bir ses gösterisi başladı kafamın ucunda. Su sesiydi.
Saçlarımdan aşağı indi yavaş, yavaş can yakmadan. Aklıma hocamın söylemiş olduğu o söz
geldi o anda.
O söz fazlasıyla anlam taşıyordu herhalde çünkü şu anda hatırlamıyorum.
Of! Bu hatıra meselesi için bir doktora görünmem gerekecek yoksa yakında kendi adımı bile unutacağım.
Bunu düşündükten hemen sonra son derece sakin bir manzara gördüm. Kafam lavabonun içinde olduğundan gözlüğüm olmadan da görebiliyordum lavabonun detaylarını.
Lavabonun zeminine floresan lambalardan vuran mütevazı bir ışık gösterisi.
O manzara bana o anda büyüleyici gelmişti ama şimdi tekrar düşününce o kadar da güzel olmadığını anladım.
Neyse.
Yanımdaki adam uğultular çıkartıyordu. İlk başta anlamadım ne dediğini.
-"Dünkü maç ne maçıydı?"
Öbür adam arkamdan cevap verdi.
-"Galatasaray."
Başımı temizlemeye başladı yavaşça, canımı yakmamaya çalışarak. Gerçi yaşlı elleriyle bunu pek beceremezdi ama olsun. Denediğini bilmek de güzeldi.
Hala konuşmaya devam ediyorlardı ki kapı çaldı. Ah! Ne hoş bir sürpriz! Başka tanımadığ ım
bir adam.
En iyisi ben devam edeyim lavaboyu seyretmeye.
Lavabo beni mutlu etmişti absürd bir şekilde.
'Architecture', 'Interior','Maison Français' gibi kataloglara ilgim vardır da, bir lavaboya aşık
olmak da abes.
Adam bana artık kafamı lavabonun içinden çıkarabileceğimi söyledi. Herhalde bayağıdır başım lavabonun içinde öylece duruyordu. Adamın garibine gitmiştir büyük ihtimalle.
Kafamı çıkardığımda gördüğüm ilk şey buğulu yansımamdı. Bu da düşününce o kadar korkunç değildir herhalde, değil mi? Ama tabii ki ben yerimden hopladım ve koca bir beş saniye boyunca telaşlandım, ben niye göremiyorum diye.
Sonra dank etti gözlüğümü çıkarmış olduğum. Kendime bağırırdım da etrafımda fazlasıyla
insan var, yani olmaz.
Zaten ben iç güveysi olduğum ailelerde bile bağıramıyorum. İstanbullu dediğin adaplı olacak!
O nedir öyle bağırmak falan! Ah-ah!
Adam yüz işaretleri yaptığımı görünce durdu ve sarstı beni.
-"Oğlum sen iyi misin?"
Pancar.
Bir pancar görüyorum aynanın karşısında.
'Müsait yerde inecek var!' Diyecektim ve inecektim koltuktan. Böyle bir küçük düşme
olabilir mi?
Odadaki herkes susmuş beni dinliyordu. Birkaç saniye içinde eski hallerine döndüler ama bendeki utanç gitmedi.
En azından adam gülüyordu da cevap verebildim.
-"İyiyim ben, bir şey yok."
Adam işinin bittiğini söyleyince çok rahatladım. Çok güzel de yapmıştı. Parayı ödeyip dışarı çıktım ve tabii ki kafam dondu çünkü kar yağıyordu.
Yerler çoktan tutmuştu ve etrafta kimsecikler yoktu. Akşam olmak üzereydi ve hava renk değiştirmeye başlamıştı.
Ben artık eve gideyim. Gerçi daha çok geç değil ama.
Şimdi. Eğer bir ev kuşuysanız, örneğin ben, evdekiler sizi özlemiştir diye düşünmek lazım böyle durumlarda ki beyni kandırıp hemen eve gidebilesiniz.
Eğer dışarıda yapacak bir işin yoksa eve git, kaloriferin yanına kurulup paşa paşa çayını iç.
'Ne diye oyalanıyorsun!'
Eve yürümeye başladım.
Gökyüzünün böyle güzel bir rengi taşıyor olması tanrının işi mi acaba?
Ateistler beni duymasın ama bence öyle.
Bizim ulaşamadığımız ve ulaşamayacağımız kadar yüksek bir nokta. Böyle güzel düşünceler kafamda raks ederken üzerime bir kuş yaptı.
Pis Ateist kuş!
Yanımda üzerimi temizleyecek bir mendilim olmadığı için yürümeye devam ettim. Bizim sokak diğer her yer gibi beyaza boyanmıştı.
Birkaç güne erir mantığıyla düşünmeden yoluma devam ediyorum.
Zaten bu pesimistlerden çekeceğimiz var bir de böyle güzel bir günü veba etmeyelim. Kırk yılın başında kar yağıyor onun da keyfini çıkaramıyoruz!
Of! Beynimdeki sesim soluğum kesildi.
Tabii öyle düşünceler tak tak tak gibi gelirse…
Sonunda eve vardım. Yatağıma kıvrıldım ve hemen uyudum.
-"Bitti mi?"
-"Bitti."
-"Oh be!"
-"Ne bitmez hikâyeymiş arkadaş, anlat anlat bitmedi!"
-"Sen bunu niye anlattın bize?" Yuh be! Yavaş.
-"Hanımlar hep bir ağızdan değil lütfen, böyle yetişemem size."
-"Şimdi bizim bu anlattıklarından ne çıkarmamız gerekiyor?" Gerçekten iyi bir soru. Tebrikler!
-"Hiç. Sıkıcı yaşamlarınızdan kurtulmanız için bir köprü".
-"Yok! Daha neler!"
-"Şimdi ne yapalım?"
-"Kahveye gidelim, tavla oynayalım."
-"Kabul."
-"Deniz, tostlar senden."
Bir de tost eksikti.
-"Eşyalarını topla hadi."
-"Ben gelmesem."
-"Olmaz öyle şey! Beş gündür buradasın, artık bir güneş yüzü gör!"
-"Tıpkı annem gibi konuştun."
-"Cidden mi?
-"Evet."
Cidden.
ŞİİR KATEGORİSİ
-Mehmet Ali ÖZMERT "Uykuları Aldınız Efendiler" / Erenköy Işık Lisesi
Mehmet Ali ÖZMERT
FMV Özel Erenköy Işık Lisesi
UYKULARI ALDINIZ EFENDİLER
Şafak sökerken geldiniz
Duman tüten canavarlara binip.
Ve biliyordu herkes, niçin geldiniz
Verilecek daha ne kaldığını bilmeyip.
Sustular boynunu büktükleriniz
Verilecek daha ne kaldığını bilmeyip.
Ve siz efendiler, aldınız uykuları.
İşçinin yorgunluk banyosunu,
Vicdanın inziva saatini,
Yelkovanın solosunu,
Kuş tüyü yastığın cennet şefkatini,
Ve yorgunluğun tatlı sarhoşluğunu,
Yorgun ruhların merhemini…
Yok artık çocukların yatak arasındaki canavarları
Ve korkularını sakladıkları peluş ayıları,
Annelerin ninnileri, sevgililerin serenat fısıltıları…
Rüyaları aldınız, ey efendiler!
Biz "Rüyalarımızı sevdiklerimizin narin ellerine sunarız."
Sizin kanlı pençelerinize değil.
Almayın dedik!
Almayın züğürdün sinemasını,
Kaybettiklerimizin unutulmuş gülümsemesini,
Utancın kirli çocuk yüzünü…
Ama siz ki efendiler,
Siz ki şereften, şefkatten yoksun olanlar!
Siz ki topraktan gelmiş kibirli insanlar!
Çekip söktünüz, paslı bir çiviyi söker gibi.
Korkmuyor, bilmiyor musunuz
Hayatın karmaşık melodisinin tatlı, basit es'i olduğunu uykunun?
Tebrikler efendiler!
Yeni bir devir başlattınız,
İnsanın olmadığı bu devri.
-Canan SENNAROĞLU "Aralıksız" Ayazağa Işık Lisesi
Aralıksız
Sen aralıksın, aralıkta bir gün Aralıksız seviyorum seni Kitabın en güzel yerinde uyuya kalmış, Tek bir sayfanın arasında bir ömür geçirmiş bir gül, Satırlarda suyunu bulmuş, Sen olmuşsun…
Sen aralıksın, aralıkta bir ses Aralıksız duyuyorum seni Kenarda köşede duran tozlanmış yaşlı gramofonsun belki Dinlemeyeli uzun zaman olmuş…
Sen aralıksın, aralıkta bir hasret Aralıksız özlüyorum seni Göz görmedikçe dayanır dedikleri yürek Anlık tutulan bir nefes Öylece dalgalanan bir hevessin Bir anlık keşke, üç anlık neyse…
Sen aralıksın, aralıkta dumanlanan bir dün Yorgun düşmüş gözlerinde hep bir hüzün Aralıkta son gün, Vakitlerden veda, bakışlarda rüzgâr Sessizlik yükselirken, aralık ocak oluyor Dakikalar ağlıyor Ve renklerden acı yeşil, sevdalardan sen oluyor her düş, Aralıksız düşlüyorum seni…
- Efe TÜREGÜN "Olmaz" Ayazağa Işık Lisesi
OLMAZ
Sensiz mi büyüyorum?
Ayna yalan söylemez, olmaz.
Onca zaman geçiyor önümden,
Dur demek isterim ama olmaz.
Seni görüp çok özlüyorum
Ama bir selam versem olmaz.
Kokunu çok özlüyorum mesela
Ama biliyorum içime çeksem olmaz.
Ellerini diyorum bazen ellerini…
Tutmayı delirircesine istesem olmaz.
Kendime bir yalan daha söylesem diyorum;
Artık kendime de inanmıyorum olmaz.
Öpmek istiyorum dudaklarını bazen
Ama cesaret edemem olmaz.
Yalan söylemeni istiyorum, inandıramadan,
Bile bile inanmak isterim ama olmaz.